MİLİTAN ÜLKÜCÜLÜK

Militan ülkücü/militan faşist kimdir, nasıl bir tiptir? Bu soruya bu makalede yanıt verebileceğimi zannediyorum.

 

Militan faşiste en iyi misal o “Yeşil” kod isimli kontr-gerilla elemanı Mahmut Yıldırım olsa gerek. Kendisini oğlunun yazdığı kitaptan (“Yeşil”, Murat Yıldırım, Timaş Yayınları, 2009, İstanbul) tanıyalım :

 

 “… Mahmut Yıldırım, devleti adına gizli operasyonlara katılmış, gizli görevlerle yurt dışına gönderilmiş, bu operasyonların çoğunda, devlet yetkilileri tarafından ‘Yakalanırsan biz seni tanımıyoruz, sen de bizi tanımıyorsun’ sözüyle uğurlanmış ve buna razı olmuş bir savaşçıdır…” (s. 21 – 22).

Yeşil” ismi, Mahmut Yıldırım’ın sürekli olarak taktığı yeşil renkli bir fulardan geliyordu (s. 25).

Mahmut Yıldırım, fanatik bir MHP’liydi (s. 192 – 193). A. Türkeş’in “Deli Oğlan” diye hitap ettiği ve baş başa görüştüğü bir kimseydi “Yeşil”. Zaten Türkeş’in Kürt bölgelerini ziyaretinde şahsî güvenliğini de “Yeşil” ve ekibi sağlardı (s. 38 – 39).

“… babam tam bir devlet hayranıydı ve bize devletin kutsallığını yaşayarak anlatmıştı…” (s. 13).

“… Babamın diğer kişilerle arasındaki ilişkisini tek bir kriter belirlerdi : Devlet. Devletine bu kadar bağlı başka bir adam görmek mümkün değildir. Eğer bir kişinin, bu kişiyi yeni tanımış olsun veya ahbabı olsun, devlete faydası olacağını düşünürse babam o kişiyle dost olurdu. Yok, eğer o kişiden devleti için bir fayda elde edemeyeceğini görürse hemen uzaklaşırdı… Bir kişiyle arası açılmışsa veya bir kişiyi sevmiyorsa, şahsî ilişkileri sebebiyle değil, devletin faydalarını gözetip bir sonuca vardığı için sevmiyordur…” (s. 97).

“… Babam eğer gece evde kalmışsa, sabah kalktığında arabaya binmeden önce beni veya kardeşimi arabayı çalıştırmak üzere dışarı gönderir. ‘Oğlum git arabayı çalıştır, motor ısınsın’ derdi. Ben o günlerde bunun ne anlama geldiğini tabii ki bilemezdim. Sonradan anladım ki, babam, arabasına bomba konulacağını düşünüyor ve eğer devlete bir can kurban verilecekse bunun oğlu olmasını istiyor. Çünkü düşmanın hedefindeki isim oğlu değil, kendisi. Böylece, hem devleti için vazgeçilmez olan bir savaşçıya kurulan tuzak boşa çıkmış olacak, hem de düşman moral olarak kaybedecek… ‘Neden?’ öyle yaptığını düşürsek, karşımıza eşine az rastlanacak bir devlet sevdalısı çıktığını görebiliriz…” (s. 144).

Yeşil”, sürekli Kur’an okur ve en güç koşullarda bile orucunu tutarmış (s. 139). Fakat “Yeşil”’in TC Devleti’ne olan bağlılığı, Allah’a (!) olan bağlılığından fazlaydı. Murat Yıldırım, öğrencilik yıllarında yaşadığı ve Ramazan ayında geçen bir olayı anlatıyor : 19 Mayıs etkinlikleri için hazırlık yapmaktadırlar ve hocaları, yoğun bir tempoda çalışacakları için talebelerinden oruçlarını bozmaları gerektiğini söyler. Murat ve arkadaşları bunun üzerine hocayı döverler. Mahmut Yıldırım bu olayı duyunca öfkelenir ve oğlu Murat’ı dövdürür! “Yeşil”e göre “okulda hocasına karşı gelen adamdan Ülkücü olmaz” (s. 40 – 41).

Mahmut Yıldırım, Bingöl’ün Solhan ilçesinde doğmuştur. Solhan, 1. Dünya Savaşı’nda Rus işgaline uğramış ve onlarla girilen çarpışmalarda yaşanan acılar yerel halkın kolektif hafızasında derin izler bırakmıştır. “… Babam da henüz çocukluğunda, bizim duyduğumuz hikâyeleri duyduğu ve bu şuurla yetiştiği için derin bir Rus düşmanıydı. Hiçbir eğitim almadan milliyetçi olmuş, milliyetçi olarak büyümüştü…” (s. 36).   

“… ‘Bu sol nedir?’ dedik, dediler ‘Bunlar Rus’. Kinim gittikçe arttı…” (s. 37, Mahmut Yıldırım’ın ifadesi).

 “… (Babam) bazı köylerde kendini ‘PKK’lı’ diye tanıtıyordu. Dağda PKK’lılarla karşılaştığında, teröristler babamı ve ekibini kendilerinden zannediyormuş. Onlarla aynı mağarada kalacak kadar kendisini gizlermiş…” (s. 25).

“Babam hiçbir yerde kendisinin ‘Yeşil’ olduğunu söylemezdi. Kimliğini deşifre etmezdi. Bir gün Mersin’e gidiyorduk. Kahramanmaraş’ta özel harekâtçıların kaldığı yere uğradık. Elazığlı olduğumuzu ve Elazığ’dan geldiğimizi duyan özel harekâtçılar bize ‘Yeşil’i sordular. Babam, ‘Adını duydum ama tanışmak nasip olmadı’ dedi. Bize, ‘Siz de nasıl Elazığlı’sınız?’ diyen masadaki birkaç kişi başladılar Yeşil’i anlatmaya. Kimisi dağda Yeşil’le beraber girdiği çatışmayı anlatıyor, kimisi gösterdiği kahramanlıktan dolayı hayranlığını dile getiriyor. Onlar konuşurken biz sessizce yemeğimizi yiyorduk. Babama baktım, anlatılan Yeşil’i dinliyor, onlarla beraber kahramanlığını kutluyordu…” (s. 27. “Yeşil” parayı-pulu, gösterişi sevmezmiş, kanaatkâr biriymiş. Mesleği boyunca iki apartman dairesi ve iki otomobil sahibi olabilmiş sadece. Hepsinin toplam değeri ise 150 000 Euro kadarmış [s. 177]).    

“… (Babam) PKK ile mücadele ederken bütün birimlere yardım etmiştir. Polis destek isterdi, polise destek verirdi.. İstihbarat destek isterdi, istihbarata destek verirdi. Babamı en iyi tanıyan kişi Hanefi Avcı’dır. Zaten bir televizyon programında bunu söyledi. Fakat Susurluk Olayı’dan sonra babamı kötüleyen sözler söyledi. Madem bunları biliyordun ve inanarak söylüyordun, Diyarbakır Emniyeti’ndeyken niye tutuklamadın Yeşil’i? O zaman kötü olduğunu bilmiyor muydun? Televizyonlardan mı öğrendin? Televizyonlardan öğrendiysen sen ne iş yapıyordun? Yok, biliyorduysan niye tutuklamadın? Yeşil devletin adamı mı? Öyleyse niye hakkında olumsuz konuşuyorsun?…” (s. 53).

“Mesela biz, Ramazan ayında iftar yemeği verirdik. Oraya bütün polisler, Emniyet müdürleri gelirdi. Babamın Emniyet camiasıyla arası çok iyiydi…” (s. 98).

“… (Babam) bazen gider valilere brifing verirdi…” (s. 53).

“Babamın Mehmet Eymür’e çok büyük saygısı vardı. Zaten Eymür’e ‘Baba’ diye hitap ediyordu… Eymür de babama çok güveniyordu…” (s. 54).  

“… Ben temiz bir işten dolayı karakola düşmem. Bana devletin bir birimi sahip çıktığı an devlet yara alır… Neye sahip çıkacak? Ben yasaların uygun görmediği bir işten düşmüşsem bu benim işim yani. Devletin bir birimi, MİT’idir, JİTEM’idir, polisidir, yani neyse bana sahip çıktığı an devlet yanar…” (s. 84, Mahmut Yıldırım’ın sözleri).

Yeşil” şehir yaşamından sıkılırdı. Hep dağlarda olmak isterdi. Dağ, tepe, orman gördüğünde mutlu olurdu (s. 137).

Yeşil”, Kamer Genç’i cezalandırmak için psikolojik harp tekniklerini ustaca kullanmıştı. Tunceli köylerine gidip konuşmalar yaparak “Kamer Genç iyi adamdır, oyunuzu O’na verin” vb sözler söylemişti. Ama “Yeşil”i (bir diğer adı : “Sakallı”, bir diğer adı : “Emmi”…) sevmeyen halk, sırf “Yeşil”, Kamer Genç’i destekliyor diye Kamer Bey’i cezalandırmıştı. Hatta Genç, Tunceli İl Jandarma Komutanlığı’na gidip “Yeşil”den şikayetçi olmuştu (s. 149 – 150. Fakat “Yeşil”, PKK sempatizanı olmayan sivil ahaliye karşı oldukça müşfik davranıyordu. Köylerdeki çocuklara “Ahmet Amca” adıyla çikolata, şeker, bisküvi götürüyor, onlara harçlık dağıtıyordu [s. 134]).

 

Biraz mola verelim.

 

Sapına kadar Ülkücü/MHP’li olan “Yeşil”, faşist TC Devleti’nin kulu, kölesi, köpeği olan ve bundan da büyük haz duyan bir mahlûktu. Kulluğunu para-pul/kariyer için ya da sükse olsun diye değil, sırf bu devlete karşı duyduğu aşktan dolayı yapmıştı. Devlet de onu en pis işleri için kullanmıştı. Neydi o işler? Tabii ki cinayet (bilhassa cinayet), insan kaçırma, yaralama/sakatlama başta olmak üzere hukuken suç olan fiilerdi. “Yeşil” işte bunları icra ederdi ve ederken de sanki devletten bağımsız hareket ediyormuş gibi davranmaya, devletini “temiz” tutmaya, parmak izlerinin devleti değil, sadece kendisini işaret etmesine özen gösterirdi. “Yeşil”, yapıp ettiklerinden dolayı kesinlikle pişman değildi. Katlettiği sayısız insan için “Dirilseler yine yaparım/yine öldürürüm” demişti (s. 117). Devleti için öz evlâdını bile gözünü kırpmadan ölüme yollayacak kadar gaddar biriydi “Yeşil”. Cahildi ama esasında aptal biri olduğu asla iddia edilemezdi (gerçi kelimenin hakikî anlamıyla kendisinin akıllı biri olduğu da iddia edilemezdi ; “Yeşil”, evet bir zekâ taşıyordu ama bu bir tilki zekâsıydı, insan zekâsı değildi).

 

Peki ya sonra? Bu dört dörtlük faşist ve maharetli gericinin çabaları neye yaradı? Kendisinin sonu ne oldu? Bunlara da bakalım biraz. Yine oğlu Murat Yıldırım’ın kaleminden takip edelim :  

 

“(Babam) özellikle Doğu ve Güneydoğu’da iki yılda bir askerlerin tayin olmalarına çok kızardı. Defalarca bunu üst düzey komutanlara bildirdi. Ama yine de bir önlem alınmadı, buna çok üzülürdü. Bir-iki çatışmada pişen askerlerin tam deneyim kazanmaya başlayınca tayin olup gitmelerine sinirlenirdi. Tecrübeli askerlerin gitmesi ve yeni gelen komutanlarla her şeyin sil baştan, sıfırdan başlayacak olması tahammül edilemez bir şeydi…” (s. 118).  

“Babam ve arkadaşları Doğu ve Güneydoğu’dan uzaklaştırılınca müthiş bir psikolojik bunalım yaşadılar. Kendi kendilerine şunu sormaya başladılar : ‘Biz ne yaptık? Ne ettik?’.O bölgede yaşayan herkeste aynı psikoloji vardı…” (s. 221 – 222).  

Babam PKK ile mücadele ettiği ilk günden beri örgütün yönetim kadrosunun ele geçirilmesine çok önem veriyordu. Üst düzey sözde komutanların yakalanması için ciddi çalışmalar yaptı, bunları devletin gereken makamlarına teklif olarak sundu… Fakat neden kabul edilmediğini bilmiyorum…” (s. 153).

Yeşil”, Öcalan’ın yanına gidip ‘devlet beni sattı, seninle görüşmek istiyorum, bundan sonra beraber çalışalım’ diye bir teklif götürmeyi ve bu bahaneyle bir görüşme ayarlamayı tasarlamıştı. Planına göre bu görüşme sırasında üzerindeki bombaları patlatarak kendisiyle birlikte Öcalan’ı da imha edecekti : “… Ankara’daki yetkililer babamın bu teklifine sıcak bakmıyor. Mahmut Yıldırım’ı kaybetmek istemiyorlar…” (s. 160).

1997’de “Yeşil”in ailesiyle beraber yaşadığı eve TC Devleti’nin güvenlik güçlerince baskın yapılır, evin adresi bütün basın mensuplarına verilir. Devlet, PKK’nın ölüm listesinin başında olan adamı ve ailesini hedef gösterir, onları ortada bırakır (s. 163 – 164). Bingöl Polis Müdürü Yavuz Toker’in TBMM’ne gönderdiği rapora göre “Yeşil”, 1 Ocak 1997’den beri TKP-ML Partizan örgütü üyesi olarak aranmaktadır (s. 102).  

“… Babam, canını ortaya koyduğu operasyonlar karşılığında devlette tek bir talepte bulunmuş : ‘Çocuklarımın eğitimini üstlenin!’. Devlet bize bunu da yapmadı…” (s. 212).

“… devlet babamın maaşını bile kesti…” (s. 218).  

“… ‘Behçet Cantürk’ü Yeşil öldürdü’, ‘Faili meçhul cinayetlerin arkasında Yeşil var’, ‘Yeşil iş adamlarından tehditle haraç aldı’, ‘Tarık Ümit’i Yeşil infaz etti’, ‘Yeşil (PKK ile) birlikte uyuşturucu ticareti yaptı’ diye bas bas bağıran millî kahramanlarımız! ‘Terör bizim zamanımızda bitti’ sloganlarıyla manşetlere çıktınız ve siyasî ikballerinizi bu sloganın etrafında şekillendirdiniz. Bir kere olsun terör örgütünden tehdit aldınız mı? Nasıl oluyor da ortalıkta bu kadar rahat dolaşıyorsunuz ve hâlâ bölgede istediğiniz gibi cirit atabiliyor, ticaret, siyaset yapabiliyorsunuz? Terörle mücadeleyi siz ve sizin ekibiniz yapmışsa ve bu sayede içinizden ‘Efsane Komutanlar’ çıkmışsa, bugün nasıl oluyor da köşkler ve villalar içinde rahat rahat yaşayabiliyor, huzurla uyuyabiliyorsunuz? Burada ters bir durum yok mu? Mahmut Yıldırım örgütle ticaret yapmış olsaydı zengin olmalıydı ama zengin olan sizsiniz. Mahmut Yıldırım terörist olsaydı, çocukları örgütten tehdit almazdı ama rahat olan yine sizsiniz. Terörü bitiren siz olsaydınız, teröristin hedefinde olmalıydınız ama örgütle bağlantılı iş adamlarıyla ortak ticaret yapan sizsiniz…” (s. 24).  

 

Evet, devlet, PKK’nın bitmesini, yok olmasını istemiyordu işte! Mahmut Yıldırım’ın ve hatta oğlu Murat Yıldırım’ın gör(e)mediği yakıcı gerçek buydu. Çünkü başta Öcalan olmak üzere PKK’nın üst düzey isimleri de en az Mahmut Yıldırım kadar devlete bağlıydılar. Onların devlet için taşıdığı değer ise esasında “Yeşil”inkinden daha fazlaydı.

 

Murat Yıldırım, bütün bunlara rağmen üzerine basa basa TC Devleti’ne olan sevgisini vurguluyor, devlet kurumlarının yıpranmamasına dair arzusunu dile getiriyor (s. 215). O halde netice itibarıyla babasının PKK’ya hedef gösterilmesi ve üstelik bir de terörist etiketi yemesi vs kimin/kimlerin sorumluluğundaydı?! “Yeşil”in tek isteğinin, yani çocuklarının eğitiminin dahi yapılmamasının mesuliyeti kime/kimlere aitti?!

 

“Tarih 21 Temmuz 1995. PKK’nın yayın organı Med Tv’nin Rojev (Gündem) isimli programının konuğu Hüseyin Baybaşin, dünya çapında tanınmış bir uyuşturucu kaçakçısı. 1956 Lice doğumlu olan Baybaşin, birçok üyesi uyuşturucu ticareti yapan ve aynı zamanda terör örgütleri ve özellikle de PKK ile bağlantılı olan Baybaşin ailesinin başı… Halen Hollanda’da uyuşturucu kaçakçılığının yanı sıra cinayet ve adam kaçırma suçlarından dolayı ömür boyu hapse mahkûm : ‘Lice’nin nüfusu bellidir. Lice’de tarıma elverişli, ziraate, hayvancılığa elverişli hiçbir alan yoktur. Hiçbir endüstriyel iş alanı da yoktur. Bu insanların geçinmesi lâzım, devletin bu insanlara sağladığı ekmek de yoktur. Devletin bugüne kadar böyle bir girişimi de olmamıştır. Deprem yaşandığı zaman dünya devletlerinin yani ‘Hristiyan’ diye, itham ettiğimiz devletlerin yaptığı yardımların çok altında bir harcama yapıldı konutlar için. Deprem yaşamış bir Lice’nin hâlâ kanalizasyonu bile yoktur. Ahşaptan yapılan konutları da yaktılar. Lice’de bunu yapan devletti… ben İstanbul’a okumaya geldikten sonra sigara kaçakçılığıyla tanıştım. Sigarayı bizler satardık, sattırırdık, gümrükçüler içeriye getirirlerdi. O gümrükçüler de içerdi o sigarayı açıktan ve net olarak yakalayan polisler de içiyordu, ceza veren hâkim ve savcılar da içiyordu. Yakalananları ıslah etmekle görevli olan cezaevi yetkilileri de içiyorlardı. Biz de cezalandırılıyorduk, yani herkesin yaptığı suçun cezasını da biz çekiyorduk. Uyuşturucu olayı da onun bir gelişmişliği olarak (…) Türkiye’de kumar oynatanlar, fuhuş işi yapanlar, hırsızlık yapanlar, uyuşturucu kaçıranlar karakollara, ilgili Emniyet birimlerine, şubelere rüşvet verirler. Bu iş Emniyet müdürlerine ve daha üst makamlara yansır. Benim verdiklerimin banka numaraları var. Verebilirim. Emniyet’te üst düzeyde olan şahıslar var, getirtip konuştururum (…) Şimdi çok isimler var, halen görevde olan yetkililer var ve benim halen bu görevlilerle ilişkilerim var… Bunlar halen Türkiye’de belirleyici… İran hududundan İstanbul’a kadar, oradaki idarecilerin, yöneticilerin izni olmadan gelmesi mümkün değil. Fiilen mümkün değil. Çünkü gerçekten etten bir duvar var orada. Bütün yollarda kontrol var. Bir silahı, bir kaseti bile geçiremezsiniz. Gidin bunu deneyin, cebinize koyun bir oyuncak silah, onu göstermeden gelebilecek misiniz? Kaldı ki tonlarca uyuşturucunun oradaki yöneticilerin izni ve desteği olmadan gelmesi mümkün değil (…) Beni suçlayan insanlar, bana yaptıkları suçlamaların bin kat daha ilerisinde iş yapıyorlar, her gün yapıyorlar. Türkiye’nin en büyük aileleri bugün uyuşturucu kaçakçılığında yer almışlar’…” (s. 108 – 113).

 

Evet, demokrasicilik oyununun oynandığı Türkiye’de devlet çeteleşmiştir, çete devlet olmuştur! (“…Göz yumulmaz ve resmî kişilerin işbirliği olmazsa, kaçakçı şuradan şuraya toplu iğne bile kaçıramaz…” [s. 107]). Murat Yıldırım’ın satırları, bu olguyu sürekli doğruluyor :

 

“Alaatin Kanat adını duyduğumda aklıma gelen ilk şey, muazzam bir din bilgisinin olduğu. Kanat, aşırı derecede vatanseverdi. Devletini, bayrağını çok seven biriydi. Bize daima Türk bayrağı çıkartmaları verirdi. Evimize geldiğinde Türk bayrağı çıkartmalarını okul defterimize, kitaplarımıza yapıştırırdı. Ben halen hayret ederim, böyle bir adamın PKK’da ne işi vardı, diye. Nasıl olup da örgüte katılmıştı? İşin enteresan tarafı, böyle bir adam gitmiş Esat Oktay (Yıldıran’ın) şehit edildiği suikastta bulunmuş. Öcalan, Alaattin Kanat’ı Bekaa Vadisi’nde törenle karşılıyor, Öcalan’ın sözde general rütbesi verdiği ilk kişiydi. ‘General Zinnar’ diye anılıyordu…” (s. 205 – 206 ; Murat Yıldırım, JİTEM’in ünlü ismi, binbaşı Cem Ersever’in sonradan PKK saflarına katıldığını da yazmış! [s. 171]).

“… (İtirafçılar) bugün devlet sahip çıkmadığı için kamyon şoförlüğü, çaycılık, hamallık yapıyorlar. Siz, PKK’nın eline bundan daha iyi bir propaganda malzemesi verebilir misiniz?…” (s. 203).                        

 

PKK, TC Devleti’nin istihbarat birimleri tarafından kurulmuş ve ilerleyen zaman içerisinde birçok devletin istihbarat servisince de  -ama bilhassa da yine MİT tarafından- yönetilmiş, yönlendirilmiştir. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da bir proletarya devrimi olmadan PKK asla bitmez, bitmeyecektir maalesef.

Yeterlidir sanırım.

 

Murat Yıldırım, “Mahmut Yıldırım halen hayatta mı, yoksa öldü mü?” sorusuna “Bilemiyorum” diye yanıt veriyor ve “eğer yaşıyorsa da hâlâ devletine bağlıdır” demeye getiriyor (s. 223).

 

Türk halkının bile uyuşturucuyla zehirlenmesine çanak tutan, Türk toplumunun bile hayatını ve mutluluğunu hiçe sayan bir devlete körü körüne bağlı olmak… Bu devletin bekası için herkesi ve her şeyi (Türk milleti dahil) gözünü dahi kırpmadan feda etmek… “Yeşil” ve dolayısıyla da militan Ülkücülük buydu işte!

 

Akıl ve ruh sağlığı yerinde olan hiç kimse, “Yeşil” gibi bir yaratığa karşı zerre kadar olsa dahi sevgi ve saygı duyamaz, duymamalıdır. Proletaryanın adaleti, “Yeşil”i (Abdullah Öcalan gibileri de “Yeşil” kapsamına alıyorum [tabii Öcalan’ın faşist devlete olan aşkı maddî menfaat üzerine kurulu, bu açıdan Mahmut Yıldırım’dan biraz farklı bir “Yeşil”dir O]) ve patronlarını idamla cezalandırmak zorundadır.     

 

………………………………………………………………………………………………………………

About cevatsabri

Marxist-Leninist
This entry was posted in Uncategorized. Bookmark the permalink.

Leave a comment