BİR TRUVA ATI : PAN-TÜRKİZM

Bölünmüş bir ulusun birleşmesi mücadelesi tarih boyunca değişik örneklerinde emekçi insanlığın daha iyi bir dünya savaşımı açısından çok farklı anlamlar taşıyabilmiştir. Bu tür birleşme çabaları, bazen ezilen sınıfların maddi-manevi kazanımları ve dünya sosyalist devriminin çıkarları açısından olumlu bir rol oynayabilir (Örneğin, 19. asırda feodalizmin kalıntılarından kurtularak burjuva demokratik bir düzene geçme çabası veren kıta Avrupa’sında İtalya ve Almanya’nın birliğinin sağlanması [ilki 1859’da, ikincisi 1871’de] tüm komünistler tarafından ilerici bir gelişme olarak tanımlanmıştır. Bir diğer örnek de Vietnam’dır. 2.Dünya Savaşı yıllarında emperyalistlerce ‘Kuzey’ ve ‘Güney’ diye ikiye bölünen Vietnam ülkesinde sonradan Fransız ve ABD emperyalistlerine verilen kurtuluş savaşı aracılığıyla birleşme sağlanmıştır). Bazen de tersi söz konusudur. Verili güçler dengesinde bir ulusun birleşme çabaları emperyalizmin ve her türden gericiliğin değirmenine su taşıyabilir. Mesela, Yunanistan’ın I. Dünya Savaşı’nın ertesinde yüzlerce yıl önce yitirilmiş olan Anadolu’nun Rumlar’ın yaşamakta olduğu bölgelerini yeniden ele geçirerek ünlü ‘Megalo İdea’ (Büyük İdeal/Fikir) doğrultusunda bir “Büyük Yunanistan” kurma girişimi (özellikle İngiliz emperyalizmin onayı, teşviki ve yardımıyla) Anadolu’nun hem Türk, hem de Rum halkına çok ağır acılar yaşatmıştır. Bir başka kötü misal de kapitalist/emperyalist Batı Almanya’nın Doğu Almanya’yı ilhak etmesidir…

 

Uluslararası birleşme teşebbüsleri için de aynı ayrım geçerlidir: 2. Dünya Savaşı yıllarında faşist mihvere karşı şekillenen ve Bulgarlar hariç diğer Balkan Slavları’nı bir devlet çatısında toplayan Yugoslavya deneyimi, kısa süreli ve kısmi nitelikte de olsa ilerici-devrimci bir rol oynamıştır (Avrupa’daki sınıf mücadelesi açısından). Ama mesela günümüzdeki “Avrupa Birliği” denen burjuva muhtevalı uluslararası oluşum kesinlikle gerici niteliktedir. Çünkü bu yapı birlik üyelerinden büyük devletlerin (başta da Almanya ve Fransa’nın) elini güçlendirmekte ve hem birlik genelindeki emekçilerin, hem de azınlık uluslarla küçük ülkelerin (birlik üyesi) bir biçimde ezilmesine yardımcı olmaktadır. Küresel açıdan da yeni sömürü alanları edinilmesini sağlamaktadır.  

 

Burada unutulmaması gereken esas husus şu: Eğer ulusal ayrılma veya birleşme mücadeleleri (yeryüzünün neresinde olurlarsa olsunlar), emperyalizmin zayıflamasını sağlıyor ve proletaryaya iktidar yolunu açıyorsa mutlaka desteklenir komünistler tarafından (her biçimde). Şayet bunlar ortada yoksa o milli hareketlere de asla arka çıkılmaz. Yani burada kıstas milliyetçi değil, enternasyonalist olmak zorundadır.

 

Tarihte “ulusal” birleşme hareketlerinin gericiliği bakımından iki örnek çok göze batmaktadır. Bunlardan daha eski olanı Pan-Slavizm’dir. Pan-Slavist hareket, 19. yüzyılda despot Rus Çarlığı’nın yayılmacı politikasının bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. Çarlık, “Slav kültüründen gelen farklı ulusları tek bir devlet yönetimi altında birleştirmek” amacıyla etki ve sömürü alanını Avrupa’nın hem doğusuna, hem de güneyine yaymaya çalışmıştı… Diğeri ve hala popüler olanıysa Pan-Türkizm (nam-ı diğer “Turancılık”)’dir. “Dünyadaki tüm Türkler’i bir devlet idaresi altında birleştirme emeli” diye özetlenebilecek bu yobaz hülya, 20. asrın büyük felaketi olmuştur.

 

Turancı siyasetin pratikte dört dönemi vardır. Bu aşamalara kısaca göz atmakta yarar var zannediyorum:

 

İlki, İttihat ve Terakki Fırkası’nda ifadesi bulur. Alman emperyalizminin süngüsü olan İttihatçılar, I. Dünya Savaşı sırasında Rusya ve İngiltere hakimiyetindeki  “Türk”-İslam halklarını Pan-Türkist söylemlerle isyan ettirmeye kalkışırlar. Propagandada İslami argümanlara daha fazla ağırlık verirler. Çünkü Britanya ve Çarlık topraklarındaki Müslüman ahalinin sadece bir bölümü “Türk”tür. Üstelik bu “Türk” topluluklarının yarı-feodal ve göçebe temelde örgütlenmiş sosyo-ekonomik yapısı da bu tarz bir milliyetçiliğe cevaz vermeye pek uygun değildir. Propaganda buna rağmen pek bir işe yaramaz. Ayrıca Anadolu Türkleri’nden yüz binlerce insan cephelerde kırılır. Neticede Almanya ve uşağı Osmanlı Devleti feci bir hezimete uğrar. Savaşın bitmesiyle birlikte “Turan” ütopyası da bir süreliğine durur…

 

İkincisi ise İttihatçı Enver Paşa liderliğinde cisimleşir. 1920’lerin başlarında Türkiye’den yola çıkan birçok Pan-Türkist, Orta-Asya’daki anti-Bolşevik Basmacı isyanına katılır. Orada çok kanlı muharebelerin ardından Enver Paşa ve diğerleri, Kızıl Ordu tarafından öldürülür. Basmacı ayaklanması da Sovyet ordusunca birkaç yıl sonra tamamen bastırılır. Böylece ikinci dalga da sona erer…

 

Üçüncüsü ise yine Alman emperyalizminin güdümünde ama bu kez SSCB’yi tamamen yok etme politikası gereğince belirir. Basmacı isyanı bittikten sonra Türkiye’ye gelen bazı kimseler (Zeki Velidi Togan vd), Nihal Atsız gibi fanatik ırkçı yazarlar ve Alparslan Türkeş gibi TSK subayları; Berlin’in planlarına alenen koltuk değneği olurlar. SSCB’ndeki “Türk” halkları ayaklandırmayı hedefleyen Nazi Almanyası, TC Devleti’nin hükümet temsilcilerinin de işbirliğiyle, esir düşen Kızıl Ordu’ya mensup “Türk” askerlerini silahlandırır. Ardından da Kızıl Ordu’ya karşı savaştırır. On binlerce “Türk” hayatını kaybeder ama Almanya bir kez daha hüsrana uğramaktan kurtulamaz. SSCB’nin “Türk” yurttaşlarının çoğunluğu Sovyet rejimine bağlılığını korur. Sonuçta Almanya Mayıs 1945’de pes eder. Bu defaki yenilgisi çok daha ağır boyuttadır…

 

Pan-Türkizm’in dördüncü ve muhtemelen de son aşaması ise açıkça 1991’den itibaren (S”S”CB’nin dağılmasının tamamlandığı sene) start alır. Turancı ideal, TC Devleti’nin resmi siyaseti haline dönüşür. Orta-Asya ve Kafkaslar’daki “Türk”lerle doğrudan iktisadi yakınlaşmayı amaçlayan TİKA (“Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı”) isimli kurumun faaliyetleri; Türk Hava Yolları’nın Almatı (Kazakistan), Bakü (Azerbaycan), Taşkent (Özbekistan) gibi “Türk” şehirlerine tarifeli seferler düzenlemesi; 1992’den itibaren “Türki Devletler Zirvesi”nin yapılıyor olması; “Dünya Türk İş Adamları Kurultayı”nın 1996’dan beri sürmesi; TRT’nin Avrasya kanalının Türkiye televizyonları arasında yerini alması; Türkiye üniversitelerinde okuyan çok sayıda Orta-Asyalı ve Azeri öğrenci mevcudu; Fethullah Gülen okullarının “Türk” cumhuriyetlerinde yaygınlaşması; Türkiye burjuvazisinin Orta-Asya ve Kafkaslar’daki toplamda milyarlarca doları bulan yatırımları (gıda, tekstil, konfeksiyon, cam, deri, ambalaj… vs); “Türk” cumhuriyetlerinin ordularının eğitimini TSK’nin üstlenmesi ve TC gizli servislerinin komploları (Örn. Mart 1995’de Azerbaycan’da ve Şubat 1999’da Özbekistan’da gerçekleşen başarısız darbe girişimleri) bu olguyu bize kanıtlar. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” sloganı artık bütün Türkiye hükümetleri ve burjuva siyasi partileri tarafından bugün sahiplenilmektedir…

 

Dikkat ederseniz bu defaki Pan-Türkist hamle, geçmiştekilerden çok daha “istikrarlı” ve “güçlü” bir görünüm sergilemektedir. Çünkü insan ve hammadde kaynağı kıt, sömürgecilik tecrübesi zayıf, kültürel-diplomatik etkinliği kısıtlı Almanya’nın yerini uzun bir süreden beri ABD almıştır. SSCB’nin parçalanmasından bu yana Hazar Gölü havzasında bulunan zengin petrol ve doğal gaz rezervlerini ele geçirmek için tüm emperyalistler amansız bir rekabete girişmişlerdir (şu an üstünlük ABD’ndedir). Tıpkı diğer emperyal güçler gibi global çapta mutlak egemenliğini kurmak isteyen ABD’nin bu nedenle Pan-Türkizm’e çok ihtiyacı vardır. Ayrıca ABD tekelleri-tröstleri için oldukça bakir alanlar olan Rusya, İran ve hatta Çin coğrafyasını işgal etmenin de en “masrafsız” yöntemi budur. Söz konusu ülkeleri iç kargaşalıklarla yıpratmak, küçültmek ve parçalamak için Turancılık; etkili olma potansiyeli yüksek bir silahtır. ABD; hem Rusya’daki, hem İran’daki ve hem de Çin’deki şoven baskılardan muzdarip olan “Türk” topluluklarını taşeron TC Devleti vasıtasıyla kışkırtarak bu emeline nail olacağını ummaktadır…

 

*

 

Tam burada bilhassa Kürt milliyetçi çevreleri tarafından dile getirilen bir iddiayı masaya yatırmakta yarar vardır diye düşünüyorum. Onlar, TC Devleti’nin de emperyalist olduğunu söylüyorlar ve ABD ile aynı kulvarda değerlendiriyorlar. Aslında “TC’nin emperyalistleştiği” tezinin mucidi ‘Yalçın Küçük’ denen karanlık adamdır. Kürt milliyetçilerinin O’nu bu açıdan sahiplenmesi de oldukça manidar doğrusu…

 

Konuya dönecek olursak; Küçük’ün ve sempatizanlarının dile getirdiği “TC’nin emperyalistleştiği” yolundaki bilim dışı önermenin belli başlı dayanakları şunlardır: “Türkiye kapitalizmi tekelci bir karakter taşır. Tekelci düzen ülke coğrafyasının dışına taşmak zorundadır. Türkiye, 24 Ocak 1980 ertesinde dışa dönük bir ekonomiye yönelmiştir. Demek ki Türkiye emperyalisttir”. Bu mantık gülünçtür. Çünkü her tekelci kapitalizm emperyalizm değildir. Emperyalizm teorileri Marxist camiada geliştirilirken (Hilferding, Luxemburg, Buharin ve nihayet Lenin eliyle) emperyalist ülkelerin dışındaki ülkelerde kelimenin dar anlamında (yani üretim alanını ele geçirmiş) bir kapitalist üretim tarzı henüz gelişmemişti. 1930’lu yıllarda başlayan bir süreç içinde, ancak özellikle 1945-75 arası uzun genişleme döneminde, “Üçüncü Dünya” olarak anılan ülkelerin pek çoğunda kapitalizm bu dar anlamıyla hakim üretim tarzı haline geldi. Bu ülkelerin hemen hepsinde kapitalizm daha baştan tekelci bir karakter taşıdı. Geri kalmış kapitalist ülkeler, ileri kapitalist ülkelerin büyük bir tarihsel dönemde yaşadıkları sürecin bütün safhalarından geçmek yerine sürecin ulaştığı sonuçları kendi geri yapılarıyla birleştirmek mecburiyetinde kaldılar. Çünkü bu ülkelerde kurulacak sanayi işletmelerinin (ya da başka alanlardaki sermayelerin) dünya pazarında ayakta kalabilmesi büyük ölçekli sermaye yatırımını, dolayısıyla da ya devlet yatırımlarını ya da tekelci grupların gelişimini gerekli kılıyordu. Bugün Brezilya’dan Güney Kore’ye, Güney Afrika’dan Hindistan’a kadar sayısız “Üçüncü Dünya” ülkesinde tekelci kapitalizm aynen Türkiye’deki gibi hakimdir. Emperyalist kapitalizmin dışa açılma ihtiyacı olması, dışa açılan her ekonominin emperyalist olduğunu da göstermez. Dünya ekonomisinin gelişme evrelerinin bütünsel mantığına ve tekil ekonomilerde kapitalist gelişmenin evrelerine bağlı olarak emperyalizme bağımlı ülkeler de dışa dönük bir ekonomik yönelişe sahip olabilir. Mesela bugün Güney Kore, sadece Türkiye gibi ülkelerde ya da eski Sovyet coğrafyasında değil, büyük emperyalist ülkelerde bile dış yatırım yapıyor. Brezilya, Arjantin, Meksika, Hindistan ve bir dizi Güneydoğu Asya ülkesi de, aynen Türkiye gibi, başka az gelişmiş ülkelere sanayi malı ihracatı yapıyor, hatta yatırım sermayesi ihraç ediyor. Velhasıl, Küçük’ün Aristocu mantığını doğru kabul edersek yeryüzü nüfusunun yarısından fazlasının emperyalist ülkelerde yaşadığını; hatta pek yakında da dünya ekonomisinin yalnız emperyalistlerden oluşacağını (!!!) ifade etmemiz lazım gelir. Bunun saçmalığı ortadadır… “Arap dünyasının petro-dolarları Türkiye sermayesinin ülke dışında müteahhitlik hizmetlerine girmesine yol açmıştır. Demek ki Türkiye emperyalisttir”. Bu argüman, müteahhitlik hizmetlerini gerçek anlamıyla sermaye ihracıyla aceleci bir tarzda özdeşleştirmektedir. İhaleler yoluyla ülke dışında verilen müteahhitlik hizmetlerinde hiçbir ciddi ölçekli sermaye ihracı yoktur. Genellikle olan, ev sahibi ülkenin sağladığı istihkak ve uluslararası sistemden elde edilen kredilerle işin bitirilmesi ve karın Türkiye’ye transfer edilmesidir. Şüphesiz ki, bir kar transferi söz konusu olduğuna göre, burada sermaye başka bir ülkede üretilen artı-değerden pay almaktadır. Ama bunu emperyalist sömürünün bir işareti kabul edilmesinin önünde iki sınır vardır: Birincisi, çalıştırılan işçilerin önemli bölümü Türkiyeli’dir. Yani emek-sermaye ilişkisinin uluslararası olmasından ziyade, sömürü mekanı uluslararası hale gelmektedir. Bir diğer ifadeyle Türkiye burjuvazisi Türkiyeli proleteri başka bir coğrafi mekanda sömürmektedir. İkincisi, burada Türkiye sermayesinin uluslararası faaliyetinde hiçbir kalıcılığı yoktur… Bütün bunlar gösteriyor ki, Küçük’ler tekelci yapıdan emperyalizme geçerken çok mühim bir noktayı atlamışlardır: SERMAYE İHRACI! Bunun yerine ‘ekonominin ülke coğrafyasının dışına açılması’ gibi bulanık bir kavram yerleştirmişlerdir. Oysa kendilerinin de alıntılarla belirttikleri gibi, emperyalist çağda belirleyici olan meta ihracı değil, sermaye ihracıdır. Ne var ki Türkiye kapitalizminin sermaye ihracına girişmesi dahi emperyalistleştiğinin tek ölçütü olamazdı. Bugün “Üçüncü Dünya”nın (yeni sömürge ülkelerin) çok uluslu şirketleri üzerine ciddi bir literatür vardır. Bu süreç Türkiye’ye özgü değildir, hatta Türkiye bu bakımdan birçok ülkeden daha geridedir. Bir ülkenin sermaye ihracının o ülkenin emperyalist karakterinin bir göstergesi olarak ele alınabilmesi için, o ülkenin dünya ekonomisi içinde öteki emperyalist ülkelerin üretken ve mali sermayesi karşısında bir rekabet gücüne sahip olması, onlara bağımlı olmaması şarttır. Oysa bizzat Küçük’ün de kabul ettiği üzere Türkiye ekonomisi uluslararası banka sermayesine (ve  mali piyasalara) bütünüyle bağımlıdır. (Büyük usta Lenin şöyle diyor ‘Emperyalizm’ adlı eserinde: “…Mali sermaye, bütün ekonomik ve uluslararası ilişkilerde öylesine önemli, hatta diyebiliriz ki öylesine tayin edici bir güçtür ki, tam politik bağımsızlığa sahip ülkeleri bile boyunduruk altına alabilir ve almaktadır…”). Üstelik Türkiye’nin tekelci sermayesi ta başından itibaren emperyalist ülkelerin tekelci sermayesine bağımlı şekilde gelişmiştir Küçük’ün yolundan giden başkaları da Türkiye’yi “ikinci sınıf emperyalist devlet”/ ”bölgesel emperyalist güç” gibi akıllara zarar başka kategorilere sokuyorlar (hem bölgesel, hem emperyalist güç nasıl olunabilir ki?! Emperyalizm, belli bir coğrafi bölgeyle kendini sınırlayamaz ki!). Türkiye ekonomisinin dünya sıralamasındaki yerini (toplam üretim ve kişi başına mili gelir bakımından) referans alarak Türkiye’nin emperyalistleştiğini ispatlamaya çalışıyorlar (Bu takdirde toplam üretimde Türkiye’nin önünde ve hemen arkasında bulunan ülkelerin de [Örn. Hindistan, Güney Kore, Brezilya… vs] emperyalist sayılmaları icab eder. Kişi  başına milli geliri Türkiye’ninkinden çok daha yüksek olan Kuveyt’i de emperyalist saymak gerekir!)… Bu zavallıların anlamadığı ya da anlamak istemediği şey şudur: Türkiye, “Üçüncü Dünya”yı terk etmedi. Sadece emperyalizme bağımlılık biçimi değişime uğradı…

 

Türkiye’nin emperyalist ülke olduğu” söylemini çürütmek komünistler açısından salt akademik bir problem değildir. Bu zırvanın geniş kitlelerce kabul görmesi Türkiye’yi müstemlekeleştiren ABD (ve şimdilik onun arkasında duran AB) emperyalistlerine karşı verilen devrimci mücadeleyi ertelemeye (daha da kötüsü iptal etmeye) götüreceği için çok tehlikelidir. Halbuki önümüzde duran resim gayet nettir: Türkiye emperyalistleşmiyor, resmen GURKALAŞIYOR! (Bilindiği üzere Gurkalar, Nepal’de yaşayan savaşçı bir kabiledir. İngiliz emperyalizmi bunları besleyip silahlandırarak başka ulusların üzerine sürmüş ve en pis işleri için kullanmıştır). Sam Amca’nın gurkası TC Devleti,  Turancı safsatalar eşliğinde yakın gelecekte pekala Rusya ve İran’la savaşa sürüklenebilir (TC ordusunun, 1994-1998 arasında dünyanın en büyük üçüncü silah alıcısı [İlki Tayvan, ikincisi Suudi Arabistan] konumunda olduğunu hatırlamak bu bakımdan önemlidir). Böyle bir durumda Türkiyeli emekçileri daha da korkunç bir yoksulluk, çok daha ağır derecede insan hakkı ihlalleri ve baskılar bekleyecektir…

 

                                                                       *

 

Turancılığı bir de bilimsel açıdan mercek altına alalım. Anadolu’da yaşayan Türkler’le Kafkaslar’ı ve Orta-Asya’yı mesken tutmuş “Türk”ler, gerçekten de aynı ulustan mıdırlar? Hayır değillerdir! Aralarında dil birliği yoktur. İnanmıyorsanız bir Kazak’ı, bir Kırgız’ı ya da bir Türkmen’i kendi dilinde bir dinleyin bakalım. Belki bir-iki kelimenin haricinde kesinlikle dediklerini anlayamayacaksınız. Eh, tabii o da sizi anlamayacaktır (Bilinen bir olay: Mayıs 1992’de Ankara’da, “Türk” cumhuriyetlerinin temsilcilerinden oluşan bir dil kurultayı toplanır. Açılış konuşmasını Milli Eğitim Bakanı Köksal Toptan’ın yaptığı ve tercüman bulundurulmayan bu etkinliğe katılan TC Devleti yetkilileri, Azeri bakanın haricinde hiç kimsenin söylediklerini anlamazlar!). Bizim konuştuğumuz Türkçe’nin lengüistik açıdan Kazakça, Kırgızca, Özbekçe…vd ile aynı kökenden geldiği malum. Ama bu gerçek Türkçe’yi diğerleriyle aynı dil haline getirmez. Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca da aynı kökenden gelirler, birçok ortak sözcüğü paylaşırlar, söz dizimleri de oldukça benzerdir (tıpkı Almanca, İsveççe, Hollanda dili arasında olduğu gibi); ama aklı başında hiç kimse bu lisanları aynı dil saymaz.  Kaldı ki Turancılar, bir dilin farklı uluslar tarafından da konuşulabileceğinden (Örneğin Amerikalılar ve İngilizler) ve bir lehçenin zamanla farklılaşıp başlı başına bir dil haline gelebileceğinden de habersizdirler… Peki, Anadolu Türkleri ile “Türki” cumhuriyetlerde yaşayan insanlar arasında toprak birliği mi vardır? Hayır o da yoktur! Hemen her zaman farklı ve uzak, birbiriyle kesişmeyen siyasi sınırlar dahilinde yaşamışlardır… Ekonomik yaşam birliği mi vardır? Hayır o da yoktur! Farklı pazarların içinde bulunmaktadırlar… Kültür birliği, ruhi şekillenme birliği mi vardır? Hayır o da yoktur! İlle de bir mukayese yapmak gerekirse Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve Araplar; Anadolu Türkleri’ne sosyo-kültürel açıdan “Türki” cumhuriyetlerin yerli uluslarından çok daha yakındırlar (Mesela Yunalılar’ın “uzo”su, Anadolu Türkleri’ne hiç yabancı gelmez. Çünkü kendi içtikleri “rakı” ile yaklaşık aynı içkidir. Ama Orta-Asyalılar çok farklı olan “kımız”ı tüketirler). Hatta yüz ve vücut yapısı açısından bile bu öyledir…

 

Biz komünistler, “Türki”lerle Türkiyeliler arasında tabii ki ekonomik, siyasi ve kültürel temasların kurulmasını isteriz. Fakat bu ilişkileri; Acemler’le, Kürtler’le ya da Ermeniler’le yapılacak alışverişlerden daha değerli ya da daha değersiz tutmayız…

 

                                                                       *

 

Türkiyeli Marxist-Leninistler Pan-Türkizm ile dövüşürlerken, hem TC Devleti’nin üstlendiği emperyalizmin koçbaşı misyonunu, hem de emperyalizme angaje olmuş milli hareketleri halka tüm çıplaklığıyla teşhir etmelidirler. Kafkasyalı ve Orta-Asyalı “Türk” ulusların KKTH’nı (Bu terim, ulusun kendi istediği biçimde örgütlenmesi demektir. Bir ulus, özerk bir yapıda ya da başka uluslarla federasyon halinde veyahut da ayrı bir devlet olarak varlığını idame ettirebilir. Bir ulus, Çarlık düzenine dönme hakkına bile sahiptir! [Ulusun kendi yaşamına hiç kimse, hiçbir kurum zorla karışamaz] Ama bu durum, komünistlerin söz konusu ulusun bu tür bir kararını onaylayacağı-destekleyeceği anlamını da kesinlikle taşımaz) kayıtsız-şartsız tanımalıdırlar. Bunu yanı sıra ulusal-etnik boğazlaşmaların ve minik devletlere bölünmenin emekçilerin menfaatine olamayacağını en aktif şekilde anlatmalıdırlar.

 

Turancılar boş durmuyorlar. Halkın tüm kesimlerini saflarına kazanmak için en akla gelmedik demagojilere başvurmaktan bile çekinmiyorlar (Öyle ki, aşırı sağcı Alparslan Türkeş bile MHP’nin 1996 yılındaki kongresinde “vatan haini” Nazım Hikmet’in mısralarını okumuştu: “Dört nala gelip uzak Asya’dan/ Akdeniz’e doğru bir kısrak başı gibi uzanan/ Bu memleket bizim”… “Solcu” İlhan Selçuk ise Cumhuriyet gazetesindeki bir yazısında [21 Mayıs 1992’de] Turan özlemini son derece coşkulu bir dille aktarmıştı).   

 

Pan-Türkizm, Hazar havzası enerji kaynaklarının bölgedeki “Türk”lere değil; Exxon-Mobil ya da Chevron gibi Amerikan tekellerine peşkeş çekilmesi operasyonunun kod adıdır!  Pentagon’un askerleri; Türk milliyetçisi kılığıyla, hatta Türk kamuflajıyla aramızda geziniyor!

 

Türkiye’de proletaryanın devrim yapması, Pan-Türkizm’e verilecek en iyi cevap ve en ağır darbe olacaktır…

 

 

 

PAN-TÜRKİZM FAŞİZMDİR! FAŞİZME ÖLÜM!

 

 

………………………………………………………………………………………………

 

 

 

Faydalanılan başlıca kaynak: “Kızıl Elma, Kanlı Elma: Avrasya’da Yaklaşan Felaket ve Türkiye”, Özne Yayınları, İstanbul, 2000.

 

………………………………………………………………………………………………

 

           

About cevatsabri

Marxist-Leninist
This entry was posted in Uncategorized. Bookmark the permalink.

2 Responses to BİR TRUVA ATI : PAN-TÜRKİZM

  1. cevatsabri says:

    Sömürgecilik, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını taşıyan tüm sosyo-ekonomik yapılarda görülür. Bu makalede sözünü ettiğimiz modern emperyalizm, kapitalizmin son aşamasında ortaya çıkmış olan malî sermayenin sömürgeciliğidir. Yoksa kelimenin geniş anlamıyla sömürge politikası ve emperyalizm, kapitalist üretim biçiminden çok önceleri de vardı. Roma İmparatorluğu işte böyle bir emperyalist güçtü mesela. Tabii bu tip bir emperyalizm, modern emperyalizmle aynı kefeye konamaz. Roma İmparatorluğu’nun egemenliğini belirleyen, Romalı büyük toprak sahiplerinin ve ticarî sermayenin köle sömürüsüydü. Modern emperyalist imparatorluğun hegemonyasını tayin eden şey ise iç içe geçmiş banka ve sanayi sermayesinin ücretli işçileri sömürmesidir.

    Tekel öncesi kapitalist/emperyalizm ile tekelci kapitalizm (modern emperyalizm) arasında dahi önemli farklılıklar bulunuyor (Lenin’in “Seçme Eserler”inde, cilt 5’te [İnter Yayınları] konuyla ilgili ayrıntılı bilgi mevcuttur). ‘Emperyalizm’ terimini bu hususları göz ardı ederek kullanmak, bu sebeple bilimsel bir yaklaşım değildir.

  2. cevatsabri says:

    Stalin yoldaş, Rusya Komünist Partisi’nin (Bolşevik) 17 – 25 Nisan 1923 tarihli XII. Parti Kongresi’nde, Türkiye’nin “Doğu”ya (yani Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın Müslüman halklarına) çok sıkı bir bağla bağlı bulunduğunu söylemişti. Türkiye’yi “Doğu”ya çok sıkı biçimde bağlayan bu bağ neydi peki? Stalin yoldaş bu hususu açıkça belirtmemişti. Tahmin edileceği üzere bu, soy kökeninden ziyade “DİN”di ve hâlâ da öyledir…

Leave a comment